21 Mart 2010 Pazar

Kraliçe'ye çaya gittik

Bir akşam Anıl'la oturmuş Suriyeye mi gitsek Yunanistana mı, nasıl en ucuz yoldan yurtdışına çıkabiliriz araştırmaları yaparken bir anda easyjetten 60 euroya gidiş geliş Londra bileti bulunca plan şekillendi ve sömestr tatilinde  bir haftalığına İngiltere'ye gitmeye karar verdik. Bir hafta boyunca çevreyle konuşmalar, plana dahil olanlar, vazgeçenler derken kadro Doruk, Anıl, Ahmet ve ben (sağdan sola) olarak kesinleşti.



Biletleri easyjet'ten kişi başı İstanbul-Londra gidiş dönüş 65 euro gibi bir fiyata aldık. Merkezde bulunan hostellerden en ucuz bulduğumuzda rezervasyon yaptırdık. Gelir belgelerini vs. ayarlayıp vizeye başvurduk ve belge toplama süreci dışında vizeleri kolay aldık. Burada firma adı vermeyeyim ama Ankara'daki bir vize danışma şirketinden hizmet aldık, bu sayede çok uğraşmamış olduk. Harcamalarda kısmalar, gerekli alışverişler, planlamalar vs. ile zaman geçti ve 29 Ocak 2010 Cuma sabahı Londra'ya uçtuk.

Easyjet ucuz uçuş yapan bir havayolu olduğu için merkezi havaalanlarını pek kullanmıyor. İndiğimiz yer şehrin biraz güneyindeki Gatwick havaalanıydı.  Küçük bir havaalanı bekliyorduk ama gümrüğe ulaşmak için uzun bir mesafe yürüdük. Pasaport kontrolden geçişimiz biraz acılı oldu. Non-euro'lara ayrılan döküntü alanda uzunca bir sıra vardı ve gişedeki herkes belli bir süre sorgulandığı için yavaş ilerliyordu. 'Göçmen' formunu doldurup sıraya girdik. Birlik dışından insanların sadece göçmen olarak varsayılmaları ilk şok. Sıramız geldiğinde hepimiz ayrı ayrı gişelere alındık ve herkese farklı sorular soruldu. Gelme amacımıza pek inanmadıkları için dönüş bileti, para gibi sorular sordular. Bir süre dönüş biletlerini aradık, birimizin çantasından çıkınca geçebildik ama o zamana kadar neredeyse ecel terleri döktük diyebilirim.  Zaten vize alırken bunları kanıtlamıştık ama bir sefer de burada uğraşmak gerekti. Sonra da sanki bizi atacaklarmış gibi arkamıza bakmadan uzaklaştık. Gitmeden önce merkeze ulaşımı 10 pound gibi fiyatlara bulmuştuk, ama alandaki bilet gişesinden normal hat trenleriyle 4.50£'a merkezdeki London Bridge istasyonuna yarım saatte ulaştık. Kalacağımız hostel nehrin güneyinde ve yürüme mesafesindeydi. Ucuz olduğundan 12 kişilik banyosuz oda seçmiştik, ama odanın koğuş gibi, havasız ve loş olması bizi biraz hayal kırıklığına uğrattı. Bir haftalık oda+kahvaltıya kişibaşı 86£ gibi bir şey ödedik. Neyse eşyaları bırakıp gezmeye ve yemek aramaya çıktık. İnerken hava kararıyordu, uçakta da her şey paralı olduğu için bir şey yememiştik ve haliyle çok açtık. Nehre doğru ilerlerken bulduğumuz ilk yerlerden Chicken Cottage diye bir fast foodçuda hamburger falan yedik. Menüler 4-5 £ civarındaydı ve doyurucuydu. Sonradan anladık ki burası helal et yapan bir müslüman dükanıymış. Daha sonra pek istemeyerek de olsa açlıktan burada tekrar yemek yedik. Meşhur Tower Bridge'in gece manzarasıyla nehrin kuzeyine geçtik ve bu tarafta biraz dolandık. St. Paul katedraline kadar yürüdük, biraz banklarda oturup geri döndük. Buralar pek turistik mekanlar olmadığı ve iş merkezi gibi durduğu için sokaklarda çok az insan vardı, biz de yorgun olduğumuz için yaptığımız yürüyüşten pek hoşlanmadık, hostele dönüp erken yatmaya karar verdik. İlk geceden Soho tarafını görsek iyi bir başlangıç olurdu belki ama yürüyecek halimiz pek yoktu, ulaşıma da hemen para vermek istemiyorduk. Hostelde de yataklarda karışıklık olduğu için erken dönüp halledelim dedik. Odada 2 Çek, 1 Nijeryalı Alex ve birkaç Fransız kız vardı. Sadece Alex'le muhabbet ettik, Fransızlarla tanışamadık bile, huysuz görünüyorlardı zaten. İlk gün yeni gelenlere hostelin barında hediye shot'lar veriliyordu, inmeye karar verdik, İngiliz biralarının da tadına bakmak için bara indik. Shotlar daha önce içmediğimiz bir şeydi (schnapps), sonra içtiğimiz Guinness ve Stella Artois de pek iyi değildi ve suluydu. Bu arada hostelin mutfağında bir sürü genç gördük, ilerleyen günlerde hem mutfağı hem de muhabbeti değerlendirmeye karar verdik. Çok parlak geçmeyen ilk günün ardından 11.30 gibi yatağa girdik. Horlayarak uyumuşuz:)

Sabah kahvaltısı dün gece içtiğimiz bardaydı. 2 dilim kızarmış ekmek, tereyağı, reçel, mısır gevreği ve çaydan oluşan kahvaltı tabi ki bizi kesmedi. Neyse en azından bedava. Herkesin alın dediği toplu taşıma bileti Oyster kartı almayıp yürümeye, gerektiği zaman da günlük bilet almaya karar verdik. Böylece bir hafta boyunca hayatımızda yürümediğimiz kadar yürümüş olduk (gerçi ben interrailde falan da çok yürüdüğüm için önemsemedim). Cumartesi günümüz de bu şekilde hayvan gibi yürüyerek geçmiş oldu. Hostel Borough istasyonunun yanında. Buradan dosdoğru batıya, London Eye'a doğru türüdük. Dönme dolapta upuzun bir sıra vardı ve fiyatı da pahalı olduğu için binmemeye karar verdik. Sonra para kalırsa geliriz dedik ama kalmadı:) Parlementonun ve Big Ben'in karşısında kahve içtik, donut yedik, martıları besledik. Doruk ve Anıl fotoğraf denemelerine giriştiler. 


Westminister'da devlet binaları arasında dolaşıp St. James parkına girdik. Değişik kuşlar ve sincapların arasında yürüdük, gayet büyük ve güzel bir parktı. Hayatımda ilk kez pelikan gördüm, flamingo gibi pembeydiler. Buckhingham Sarayı önünde binlerce turist vardı fakat görülecek hiçbir şey yoktu. Nöbet değişimine denk gelseydik ilginç olabilirdi belki, haftaiçi öğlenleri oluyormuş. Devam edip Wellington Arch'ın altından Hyde Park'a girdik. Burası gerçekten kocaman ve halkın çok güzel vakit geçirdiği bir park. Paten kayanlar, bisiklete binenler... Bir sürü su kuşu ve sincap vardı yine. Su kıyısındaki küçük mağaza Boat House'da çok güzel hediyelikler vardı. Mevsim uygun olsaydı burada deniz bisikletine falan binebilirdik ama hiçbir şey çalışmıyordu.  


Parkın kuzeyinde at binme sahalarının olduğu yerden Oxford caddesine çıkıp burada yemek yiyecek yer aradık. Caddenin girişinde Sainsburry'yi keşfettik ve buranın sandviçlerinden faydalanmaya karar verdik. Ekmek, kaşar ve salam falan alıp ilerleyen günlerde zulalayacağız bunları. Oxford lüks alışveriş caddesi olduğu için yemek yiyecek yer bulamadık, bir sokaktan güneye doğru daldık. Burası Mayfair denen mahalleymiş. Birkaç restoran bulduk ama çok pahalıydı. Derken ufak bir meydanda (Shepherd Market) Sofra Restaurant'a denk geldik. 8£'a menüler vardı, kapıdaki Türk kız da ikna edince girdik. Burası küçük ve çok şık bir restoran. Normalde pahalı, içeride de zengin İngilizler oturuyor. Fish&chips, steak falan yedik, sıcak ekmekle zeytin yağı ve humus da çok güzel gitti. Doruk da Efes bulunca dayanamadı, daha 2. günden sıla özlemini gidermeye başladı:) Çalışanlarla da güzel muhabbet ettik. Sonra yine yürüyüp yorulduk tabi. Işıklı Piccadily Circus'ta donut yedik. Souvenircilere bakındık, Rainforest mağazasında aptal hayvan oyuncaklarına güldük. Chinatown'da ördek çevirmeleri şaşırarak inceledik. Artık kalabalık ve renkli mekanlara gelmiştik. Soho'da sex shoplar, peep showlar ve gay barlar arasında dolaştık. Artık yürüyecek hal kalmadığı için metroya binelim dedik ama tek binişlik bilet 4£'muş, vazgeçtik. En düz yoldan uzunca yürüyerek hostele döndük. Mutfakta muhabbet iyiydi, 2'ye kadar oturduk. Bugün oldukça dolu bir gün geçirdik ve Londra'nın turistik merkezini tamamen görmüş olduk. 


Pazar ilk işimiz hostel çalışanlarından öğrendiğimiz üzere uzak bir yerdeki Lewisham'a giderek ucuza alışveriş yapmak oldu. Buralar biraz kenar mahalle, güvensiz olduğu konusunda uyardılar. İlk kez çift katlı otobüse binmiş olduk. Sports Direct mağazasından ucuza ayakkabı, çanta vs. aldık. Kocaman bir spor outlet mağazası, bundan bir tane de merkezde Tottenham Court istasyonunun karşısında var, tavsiye ederim.  Hostele eşyaları bırakmaya dönüp sandviç yedik. Hazır günlük biletimiz varken yürüyemeyeceğimiz yerlere gidelim dedik ve London Zoo'ya gitmeye karar verdik, ama saat 4 olmuştu ve kapanmak üzereyken yetiştik, giremedik. Zaten 15£'du, girmeyebilirdik. Camden Town'a yürüdük. Orası bizi baya sardı. Çok para harcadık ama güzel hediyelikler aldık. Yanyana dizili uzakdoğu ve mağrip yemek standlarından Çin olanını tercih ederek 3£'a bir kutu karışık Çin yemeklerinden yedik. Ben zaten sevdiğim için bayıla bayıla yedim ama diğerlerinden aynı tepkiyi görmedim. Buraya tekrar geleceğiz diyerek metroyla hostele dönüp yine mutfakta takıldık.


Pazartesi hava yine açıktı şansımıza. Tower Bridge'in dibine giderek fotoğraflar çektik. Yolda Tesco'yu keşfederek bunun da sandviçlerinden faydalanmaya karar verdik. Sainsburry ve buranın 1-2£'luk hazır sandviçleri gayet lezzetli ve hesaplı. Karşı kıyıdaki Tower of London'a girelim dedik ama giriş pahalıydı, vazgeçtik. Önündeki büfelerden birinden fish&chips alarak açık havada yedik, lezzetliydi ama Ahmet'in fish&haşlanmış sebze isteğinin yerini tutmadı:) Rogers'ın Lloyds ve Foster'ın Bullet binalarını bulduk, inceledik. 


Şehre doğru Londow Wall üzerinden ilerlerken Museum of London'a girdik. Londra'nın kuruluşundan itibaren bir sürü buluntu sergileniyordu; öküz kafatasından mızrak uçlarına kadar. 1600lerden sonrası olan kısım tadilatta olduğu için göremedik, ama o kadarı bile fazlasıyla yetti. Londra'nın diğer büyük müzeleri gibi bedavaydı. Shop'u ayrı güzeldi, oradan da ufak hediyelikler aldık. Yolda Tesco'dan sandviç alıp St. Paul'un karşısında banklarda yedik. Evsiz adamın aristokrat İngiliz öksürüşü Anıl'a iyi malzeme oldu. St. Paul'un girişi de pahalıydı, girmedik ama girişindeki kaloriferlere dayanarak biraz ısındık. Foster'ın Millenium köprüsünden karşıa geçip Tate Modern'e girdik. 




Asansörle direk 7'ye, kafeye çıktık. Cam kenarındaki desk'te dizilerek kahve içtik. Manzara süperdi. Ben uyduruk modern sanatla pek ilgilenmediğim için müzeyi dolaşmadım, diğerleri de herhalde yorgundular ki hiçbir şeye bakmadan indik. Müzenin shop'una girdik, orası da çok güzeldi, Anıl yine para harcadı. Saat 5'te Anıl'la St. Paul'de her akşam olan Evensong ayinine girdik. Şarkılar çok sıkıcıydı, fazla durmadık ama içerisini de bedavaya görmüş olduk. Soho civarlarında dolanıp bir barda birer bira içtik. Hosteldeki 3 Fransız kızın yerine 5 tanesi gelmiş. Biraz küçükler, bıcır bıcır konuşuyorlar, uyutmadılar bir süre. İngilizceleri de zayıf olduğu için iletişimimiz kopuk.

Salı günü öyle uzun yürüyecek halimiz olmadığını anlayınca yine günlük ulaşım bileti aldık (5.60£). Aslında her gün oldukça yavaş ve etrafın tadını çıkararak yürüdük, ama yine de gün boyu dışarıda olduğumuz için çok yoruluyorduk. Halborn civarında bir çizgi roman/oyuncak dükkanında alışveriş yaptık. Denmark Street'te müzik mağazalarına bakındık; ilginç enstrümanlar, ünlüler tarafından kullanılmış gitarlar gördük. McDonalds'ta öğlen yemeği yiyip British Museum'a girdik. Buranın da girişi bedava. İçerisi İngilizlerin dünyanın her tarafından getirdikleri/aşırdıkları/kurtardıkları tarihi eserlerle dolu. Mısır bölümündeki mumyalar çok etkileyiciydi. Buranın da museum shop'u çok güzel. Çıkışta Notting Hill'e giderek Portobella Road'daki antika pazarını aradık, ama bulduğumuzda hava kararmak üzere olduğu için dükkanlar kapanıyordu. Pazar yeri ise boştu. Bu civarlarda biraz dolaştık, burada da şirin butikler ilginç dükkanlar vardı. 


Buradan otobüsle etrafa izleyerek merkeze, oradan da metroyla hostelin yakınına geldik. Yemek yiyip bir pub'da oturup bira içtik. Hostelin barında bilardo oynayıp yattık. 

3 Şubat Çarşamba Kingston üniversitesindeki tanırım gününe rezervasyonumuz vardı ama Dorukla ben gitmek istemedik, onun yerine ayrılıp müze gezdik. South Kensington'daki Natural History Museum da bedava ama güzel müzelerden bir diğeri. Burada güzel bir sırayla gezegenlerin oluşumundan sürüngen, dinozor, kuş gibi hayvanlarla insana kadar geldik. Darwin Centre'da çiçek böcek nasıl toplanır onu öğrendik. Oldukça büyük bir müze, burada da uzun vakit geçirdik. Dinozor fosilleri ilginçti. Hareketli T-Rex modelinden korkup ağlayan çocular vardı. Öğlen yemeğini metronun yakınındaki bir İtalyan kafesinde yedik, Milan Cafe, 4-5£'a panini, lazanya veya spagetti yenilebiliyor. Yemekten sonra da Natural History'nin yanındaki Victoria&Albert Museum'a girdik. Burası da bedava, büyük ve geniş bir koleksiyonu var. Avrupa sanatının değişik dönemlerinden örnekler, dini resim ve heykeller, farklı kültürlerden etnoğrafik eserler, geçmişten bu güne moda vs. Japon imparatorunun kıyafeti, samuray kılıçları, İznik çinileri, Osmanlı halıları gibi parçalar vardı. Akşam hostelde buluştuktan sonra dışarı çıkmaya karar verdik, Doruk yorgun olduğunu söyleyerek mutfakta takıldı. Biz 3lü Camden'a gittik. Bu sefer haftaiçi olduğundan pek eğlence yoktu, vakit de geç olduğu için yemek tezgahlarının çoğu kapanmıştı. Kapanmak üzere olan bir Çinli'den yine mix kutu aldım ama bu sefer çok kötüydü yiyemedim. Dikkat etmek lazımmış. Bir süre buralarda takıldık. Merkeze gelip yine Soho ve Chinatown civarlarında dolandık. Yavaş yavaş etrafı seyrederek ve muhabbet ederek hostele kadar yürüdük. Yolda kıyıda köşede yerlerde ufak publar bulduk ama sonra belki geliriz diyerek girmedik. Yine de güzel bir gece geçirdik.

Son günümüzün sabahı havaalanına ulaşımı araştırmakla geçti. Dönüş uçağı ertesi sabah erkenden ve havaalanı Luton da bir buçuk saat mesafede, gece 4'te otobüsle St. Pancrass istasyonuna gidip 5'teki trenle havaalanına gideceğiz. Bugün ayrı takılıyoruz. Ben de Almanya'daki günübirlik gezilerim gibi her şeyi hızlı hızlı görmek için oradan oraya koşturuyorum. Önce Sir John Soane's Museum'a gittim. Burası 1800lerde adanın önemli mimarlarından John Soane'un evi ve koleksiyonunun sergilendiği müze. Birbirine komşu 3 parseli alıp yenilemiş ve aralardaki avlularla birbirine bağlamış. Bu avlularda eski Yunan heykelleri; Piranesi, Canaletto ve Hogarth tabloları; ve Soane'un maketleri sergileniyor. Yine bedava, küçük ama etkileyici bir mekan. İçerideki görevliler de rehberlik edip bazı eserleri anlatıyorlar. Buradan çıkınca Trafalgar'daki National Portrait Gallery'ye gittim fakat pek sarmadı. Museum shop'undan bir şeyler aldıktan sonra istemeyerek National Gallery'ye girdim ama muthiş bir koleksiyonu varmış, burada uzun süre kaldım. Tabi ki bedava. Van Gogh, Rubenz, Monet gibi ressamların tabloları var. Dutch seksiyonu çok başarılıydı.

Londra'dan aklımda kalan en önemli özellik harika müzelere sahip olması ve çoğunun bedava olmasıydı. Tabi hepsinde suggested donation var ve geçici sergiler ücretli. Akşamüstü Burger'da enerji aldıktan sonra zaten biletim var diyip hava kararana kadar numarasına bakmadığım otobüslerle oradan oraya gittim. Bir otobüste Hamphstead yazısını görünce buradaki parkta güzel manzara olduğu aklıma geldi, atladım hemen, ama yol bitmek bilmedi. İndiğim son durak parka oldukça uzaktı ve elimdeki haritada da görünmüyordu. Sonunda manzara göreceğimi umarak yokuşu tırmandım ama nafile, parkı bulamadım. Uzakta şehrin ışıklarını görüyordum amaher taraf ev doluydu, açık bir görüş alanı yoktu.  Hosteldekilerin de arayıp çağırmasıyla manzara göremeden metroyla dönmek zorunda kaldım. Harita olsa belki biraz daha arardım. Neyse en azından geldiğim yerler iyiydi, 2 katlı tuğla evlerden oluşan zengin bir mahalleydi ve çok güzel evler de gördüm. Hostele dönünce gece için  yiyecek bir şeyler aldık ve çantaları toparladık. Özlem Pansiyon'a verdiğimiz sözü yerine getirmek için bir fotoğraf çekimi yaptık. Geç olmadan yatıp biraz uyuduk. Gece kalkıp gitmemiz Fransızları çok şaşırttı. İstasyona ve havaalanına ulaşımımız da umduğumuzdan kolay oldu. Tren bileti 14£ gibi bir şeydi, Gece otobüsleri de günlük ulaşım kartlarına dahil. Havaalanında her yerimizi arayıp ayakkabılarımıza kadar çıkarttırdılar. Çıkışta pasaport kontrolü falan olmadı, çıkış damgası almadan uçağa bindik. Dönüşte yorgunluktan hepimiz uyuduk. Kalan son poundlarımızla uçakta sandviç alarak kahvaltımızı yaptık. Bir haftalık Londra macerası bu şekilde sonlanmış oldu. Gitmeden olan masraflar hariç orada 300£'dan az harcadık. 4 orta halli üniversite öğrencisi için iyi bir paraya güzel bir gezi oldu. En önemli masraflar olan uçak bileti ve konaklama ucuza gelince zaten hesaplı bir gezi çıkarmış oluyorsunuz. Bir süre çalışıp para biriktirerek herkes bunu yapabilir. Paradan ziyade gerekli olan şey cesaret. Deneyince ufkunuzun açıldığını ve sınırlarınızı genişlettiğinizi göreceksiniz. Bunları paylaşmaktaki amacımız herkesin böyle bir gezi planlayabileceğini ve gerçekleştirebileceğini göstermek. Londra'ya gidecek olanlar da umarım satır aralarında işlerine yarayacak bilgiler bulurlar. 
Fotoğraflar: Anıl, Doruk, Uğurcan




4 yorum:

  1. yakışıklı bir site olmuş, tebrik ederim ugurcan.

    borcunuzu geç ödediniz ama temiz ödediniz. o yüzden sizi affediyorum:)

    YanıtlaSil
  2. Ucuz spor magazasinin cennet mekani aslinda Decathlon, bir dahaki sefere artik...Unutmadan, Lewisham korkulacak bir yer degil ;)

    YanıtlaSil
  3. Merhaba,
    Ben de birkaç hafta sonra Londra'ya gidiyorum ve en çok görmek istediğim yerlerden biri Tate Modern. Diğer müzelerin ücretsiz olup olmadığını yazmışsınız ama burayı yazmamışsınız, hatırlıyor musunuz acaba? Teşekkürler.

    YanıtlaSil
  4. Tate Modern girişi de ücretsiz(di biz gittiğimizde, üstünden 2 yıl geçti değişmiş olabilir tabi). web sitelerinde açık olduğu saatler ve ücretler hakkında mutlaka bilgi vardır. ama bahsettiğim müzelerin çoğunda süreli sergiler var ve bunların girişleri ücretli.

    YanıtlaSil

 
Free Hit Counter